Çocuklara masal mı yoksa hikâye mi anlatmalı?


Oğlumuz bu aralar kitaptan okuduğumuz değil de aklımızdan uydurduğumuz hikâyeleri dinlemeyi çok seviyor. Özellikle yatmadan önce bizim de beynimiz iyice bulanmışken anlatılan bu hikâyeler –artık konu sıkıntısı da çekildiği için– Latin Amerika’nın büyülü gerçekçiliğine taş çıkartacak seviyede. “Keloğlan ile İhtiyar Anası" şeklinde başlayan hikâyelere “hadi bir tane daha anlat, bir tane daha!” şeklinde istekler gelince bis yapıyor, “Çocukken Farklı Olduğu İçin Arkadaşları Tarafından Dışlanan Gomis” gibi hikâyelerle geceyi tamamlıyoruz. 



Geçen gün yine konu sıkıntısı çekerken ona “Süleyman’ın Hikâyesi”ni anlatmaya başladım: “Süleyman’ın tek derdi koca bir saray yaptırmakmış, o nedenle çok çalışmış çabalamış sadece derslerini düşünmüş, sokağa çıkmamış oyun oynamamış ve günün birinde o çok istediği saraya kavuşmuş ama bir bakmış ki etrafında kimse yok, yapayalnızmış…” Yattığı yerden “hiç mi arkadaşı yokmuş?” diye sordu. “Hayır” dedim.  “Peki, çok mu yalnızmış?” “Evet.” “Ama ben buna ağlarım.” “Neye?” “Bu kadar yalnız olmasına”. O esnada bizimkinin gözleri dolmaya başlamıştı bile. “Dur” dedim daha öykünün başındayız. 

Bir taraftan da ne hoş, diğergâm bir insan yetişiyor diye düşündüm. Diğer taraftan da mutlak suretle karşılaşacağı şeyleri, hatta şimdiden maruz kaldığı hodbinliği düşünerek üzüldüm. “Bak biz bu saatten sonra kir göstermeyiz ama seni fena döverler dikkat et oğlum biraz kendine” deyip uzun uzun anlatmadım elbette. Öyküyü bir şekilde kotardım, güzelce bağladım. 

Zaten küçükken saçlarının rengi nedeniyle Gomis’le dalga geçen arkadaşları –ki o da saçlarım neden arkadaşlarımın gibi değil diye üzülüyor– onu bir Galatasaray maçı öncesi soyunma odasında ziyaret edip özür dilememişler miydi? O da attığı gol sonrası onların bulunduğu tribüne gidip onlara neşeyle el sallamamış mıydı?   

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Çocukla büyümek nasıl bir duygu?

Aileler neden sürekli çocuklarından bahseder?

Çocuklar neden hep soru sorar?