Babalar nereye bakar?


Hafta sonu (Cumartesi) maaile parka gittik. Bunda enteresan bir şey yok. Kalabalık bir aile çocuk oyun alanının yanında konuşlanmış toplu fotoğraf çekiniyordu. Anladığım kadarıyla üç kuşak bir aradaydı. Bir oğlan çocuğunun babasıyla top oynamak istediğini, babanın da buna pek gönlü olmadığını fark ettim. Bir çocuk babasıyla top oynamak isteyecek ve reddedilecek, öyle mi? Buna asla izin veremezdim. Başka bir baba olarak devreye girdim. Önce ayak içi plase paslaşmalarla başladık, akabinde muhabbet derinleştikçe dış falso, topuk pasları, orta yaşın verdiği ağırlığın yer yer kaybedildiği toplu-topsuz hareketler aldı yürüdü. O esnada başka bir çocuğun bizi seyretmesini görür görmez onu da ekibe aldık. Bu esnada oğlum da topunu bana atıp, beni kendine saklama çabalarıyla meşguldü. Bir süre sonra Barcelona orta sahası gibi paslaşmaya, birbirimize uzun toplar atmaya, kaleye şut çekmeye başladık. Birinci çocuk (Cihan) kaleye geçmişti, kah Muslera, kah Fabri, kah Suudi Arabistan’ın ismini bilmediği kalecisi oluyordu. Ona “Suudi Arabistan’ın kalecisi” diye hitap ediyordu. Biz de öyle yaptık. Arada bir, güzel bir kurtarış yaptığında babasını gözlemekten kendini alamıyordu. Babası, tanık olduğum ikinci oyun girişimini, “hangi birinize bakayım?” diyerek kaydırağa yönelen kızından yana kullanmıştı. Babayı gözleyen kişi sadece Cihan değildi. Baba, kalabalık aile sohbetine geri dönmüştü, muhtemelen ertesi gün yapılacak seçimleri konuşuyorlardı. Yahut bir miras meselesini. Yahut yıllar evvel işleyip üstünü örttükleri bir cinayeti. Cesedi gömdükleri yer kentsel dönüşüme girmişti ve bulmaları an meselesiydi. Neyse neydi işte, beni ilgilendiren şey, babanın o esnada oğluyla top oynamamasıydı. Cihan çok içlenmiş olacak ki, onca hararetli paslaşma ve şut arasında, “babam baskete daha meraklı, ondan benimle futbol oynamıyor” dedi. Ona, “babaların meraklı olduğu bir şey varsa o da zaaflarını bir yara olarak göstermeleridir çocuk” diyemedim elbet. İkinci çocuk Abdullah muhtemelen Suriyeli bir aileye mensuptu. Kalabalık bir kadın grubu hayli ileride oturmuş sohbet halindeydi. Abdullah ve kız kardeşleri, yeğenleri, kuzenleri ortada koşturmaktaydı. Orada da dikkatimi çeken şey ortada bir babanın olmayışıydı. “İşte midir yoksa savaşta mı öldü?” düşüncesiyle hemhal, ta ki kıskanç bakışlarıyla bizi süzen oğlumun uykusu gelinceye ‘tiki taka’ya devam ettik. “Çocuklar! Oğlumun uykusu gelmiş, bizim eve gitmemiz gerekiyor” dedim. Abdullah anlayışla karşılarken Cihan’ın yüzü düştü. Esasen ben de onlardan ayrılmaya pek gönüllü değildim. Uzun zamandır böylesine kendimi kaybederek top oynamışlığım yoktu. Yine yaşıma başıma yakışır bir şekilde, “son bir kafama doğru gönder topu!” dedim Cihan’a. Bir iki denemeden sonra Hakan Şükür’ü kıskandıracak bir gol attım. Tabii, gol sonrası “Hakan Şüküüür!” yerine “işte Ronaldo” diye sevindim.



Hafta sonu (Pazar) maaile parka gittik. Bunda enteresan bir şey olmadığını söylemiştim. Oyun öncesi bir şeyler atıştırırken Hande’nin arkadaşlarına denk geldik. Sonra hep birlikte muhtelif oyunlar oynadık. Bir ara uçurtması yerlerde sürünen ama coşkusundan hiçbir şey kaybetmemiş bir kıza yardım etmeye çalıştım. Uçurtmayı biraz yukarıda tuttum, rüzgâr gelince de “koş!” komutunu verdim. Olmadı. Uçurtma yerleri yalamaya devam etti. Sonra oğlumla evde milyonlarcasını oynadığımız saçma sapan oyunlardan birine başladık. Ben uyuyor taklidi yapacağım, o gelip beni gıdıklayacak ve ben uyanana kadar da annesinin kucağına gitmiş olacak, ben de beni gıdıklayanın kim olduğunu bilmemenin şaşkınlığıyla kalacağım. Bir iki denemeden ve “kim gıdıkladı?” beni diye sormanın ve cevap alamamanın ardından kendime bir sırdaş edindim. Uçurtmalı kız parmağıyla oğlumu işaret ederek “o yaptı!” dedi. Oğlum inkâr etse de, ısrarını sürdürdü. Her seferinde benim yanımda yer aldı. Sonra ikisi örgütlenip ben uyurken bana vurmaya başladılar. “Kim vurdu bana?” diye sorduğumda uçurtmalı kız (Zeynep) ile oğlum (Hazar) başkalarını gösterdiler. Zeynep de artık dark side’a geçmişti. Bana vurduktan sonra Zeynep’in babasına yahut babası olduğunu tahmin ettiğim kişiye doğru koşuyorlardı. Fakat adam hiç oralı değildi. Sigarasını keyifle içiyor ve çocuklarla hiç alakalar olmuyordu. Sonra bu iki zıpır oyun parkı kısmına geçtiler, o dolambaç senin bu kaydırak benim koşturuyorlardı. Önce Hande’nin arkadaşı çocuklara nezaret etmeye başladı, sonra yerini bana bıraktı. Zeynep arada bir yan gözle babası ona bakıyor mu diye, onun oturduğu yeri gözlüyordu ama nafile. Böyle bir yarım saat daha oynadılar. Baba yerinden kıpırdamadı, kızım nerede, kimlerle oynuyor diye merak etmedi. Bunun merakıyla kalakalan bizler olduk.

Bu uzun hafta sonu yazısını ne kadar harika bir baba olduğumu anlatmak için yazmadım. Öyle olmaya çalışıyorum, orası ayrı. Bazen eşten dosttan ülkenin gidişatıyla ilgili konuşmaları müteakip şu soruyu duyuyorum: “Çocuğunun geleceği için endişelenmiyor musun, ne yapıyorsun?” Cevabım ekseriyetle “akşamları evde olup onunla vakit geçiriyorum” oluyor. Evde olmak yetmiyor, çocukla vakit geçirmek, onunla bir şeyler paylaşmak şart. Bunun tek yolu da oyun. Hikâye anlatmayı oyun haline getirmedikçe sizi dinlemesinin imkânı yok. Bunu başka şeyler için de söylemek mümkün. Bakamayacaksanız değil, oynamayacaksanız doğurmayın kardeşim. Bu lanet, rezil dünyaya çocuk getirmeyin. Çocuklar kendileriyle top oynamayan, oynamayan, ilgilenmeyen babaların yükünü bir ömür sırtında taşımak, zaaflarından yapılma gölgelerle boğuşmak zorunda değil. Basketi daha çok seviyormuş, hadi canım sen de.  Sadece iki tık tık ya. Hem Suudi Arabistan’ın kalecisine gol atmak herkesin harcı değil. Çocuğun hazır sana bu fırsatı da altın tepside sunmuşken.

Haydi babalar! Başka çocuklar bir filmin son sahnesinde, babasının kuyusuna inip kazma vuran çocuğu görünce sinemanın tuvaletinde ağlamaklı olmasın diye.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Aileler neden sürekli çocuklarından bahseder?

Çocukla büyümek nasıl bir duygu?

Çocuklar neden hep soru sorar?